Tunç Tanışık Platform A Sanat Galerisinde

Hayat her an yeni şeyler dayatıyor ” insan”a. Doğaldan kimyasala, küçük atelyelerin tıkırdayan

insani el emeklerinden, sanayi devrimi sonrasındaki devasa fabrikaların gürültülü bant üretimlerine,

yaşamın her alanında herşey hızlanıp, kolaylaşıyor. Analogdan dijitale geçiş de öyle. Lambalı radyo ile

büyüyen benim yaşımdakiler, transistörlü radyoyu, entegre devreli cihazları, televizyonu, aya

gidişleri, fotokopi makinalarını tanıdılar yaşamları içinde. Ve sonunda hızla gelişen bilgisayarları ve

onların inanılmaz programları ile oluşan sınırsız dijital dünya ile tanıştı insan. Banka şubelerinde

çalışanlar daha erken gitti evlerine, büyük marketler kaç şişe sütü kaldığını kolayca öğrendi.

Alışverişlerde para yerine kart kullanılır oldu. Vahşi kapitalizmin de desteği ile “daha fazla”yı “hız”la,

“çabucak” ve hatta kalıcı olmasını bile önemsemeden tüketen yeni bir dünya ile tanıştı ve,iştahlı bir

şekilde tüketti. Sevdi onu insan.

Bu dünyanın bir başka insanı olan sanatçı da şüphesiz bu keyifli durumun dışında kalamazdı.

Sanatını bu lezzetli mutfaktan yararlandırmaması, beslememesi beklenemezdi. İşte benim

görebildiğim kadar, ilkel tepegözler ve fotokopi makineleri ( ki başlangıçta dijital değillerdi) ile

başlayan vahşi kapitalizmin ve tüketim çılgınlığının, hızlı yaşamın olanakları ile tanışan bir sanatsal

dönem, yeni , kolay ve bolca üretilebilen sanat yapıtlarına ulaştı. Kalıcı olup olmadıkları bile

umursanmıyordu. Mağaradan başlayıp 20. YY la kadar uzanan, sanatçının geleneksel araç gereç ve

malzeme ile ürettiği, sanatsal ustalığının, yaratıcılığının, becerisinin ve işin kalıcılığının ön planda

olduğu “analog” veya konvansiyonel sanatın yanında, dijital sanat da aldı yürüdü. İçine doğdukları

böylesi bir dünyanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanmak isteyen özellikle genç sanatçılar,

sanatlarını üretirken kendilerine bonkörce sunulan tüm dijital olanakları kullanmaya başladılar.

Böylece fotoğraf makinesinin icadı, kabaca Rönesans ve empresyonizmden (ready made dahil),

sonra sanat, belki de üçüncü büyük (devrimini /değişimini /çalkatısını /mucizesini /abukluğunu) ya da

başka birşeyi yaşıyor.

İşte zurnanın son deliğinin o kötü sesi çıkardığı an burada başlıyor. Bir yanda, elindeki

geleneksel araç ve gerece çok az “yeni şey” ekleyerek, yine geleneksel yöntemlerle ve kalıcılığı

düşünerek, yaratıp, üreten sanatçılar, diğer yanda ise teknolojinin ve değişen dünyanın sunduğu

olanaklarla yaratıcılığı, (parlak bir buluş / zekice bir sunuş) olarak gören, felsefeye, ironiye, karşı

çıkmaya,ilginç olanı, görülmeyeni göstermeye eğilimli, kalıcı olmaya bile gerek duymadan yapan,

dijital kayıt sonrasında ise yıkan sanatçılar.

Benden hangisinin doğru olduğunu söylememi beklemeyin. Bir kenarda geleneksel anlamda

resim yapan biri olarak bunu bilmiyorum doğrusu. Döneminde veya içinde yaşarken de o sanattır, bu

değildir gibi iddialı ve erken yargılarda bulunulmasını doğru bulmuyorum. Herkes, inandığını, bildiği

gibi yapacak, çalışacak, üretecek, yıllar sonra sanat tarihi, sosyoloji ve diğer ilgili bilimler, dönüp de

çağımıza baktığında bu ikilemi araştıracak, yargılayacak, gerçek ve bilimsel bir sonuca varacaktır.

Tunç Tanışık.