Yeni Ekonomik Program’ın söyledikleri

ATİLLA YAYLA
Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak Orta Vadeli Program (OVP) diye bilinen, bu sefer Yeni ekonomik Program (YEP) adı verilen, üç yılı kapsayan vaatler ve taahhütler belgesini açıkladı. YEP hem açıkça ve doğrudan hem de örtülü ve dolaylı olarak neler söylüyor? Türkiye’nin ekonomik problemlerine çözüm olabilir mi? Bir taraftan devlet diğer taraftan sivil toplum ve vatandaşlar için neler getiriyor? Her şeyden önce YEP, adına kriz dense de denmese de, ülkenin ciddî bir ekonomik sorunlar kümesiyle yüz yüze olduğunu kabul ve itiraf ediyor. Bu önemli, çünkü, insana musallat olan hastalıklarla benzeştirerek söylersek, teşhis edemediğimiz ve tedaviyi kabul etmediğimiz sürece hastalıklardan kurtulamayız. Hastalık semptomlarını görmezden gelmek ve/veya hastalığa hastalık dememek hastalığın yarattığı sorunları çözseydi işimiz çok kolay olurdu. YEP hastalığı teşhis ediyor ve ciddî bir tedaviye ihtiyaç olduğunu açıklıyor. Öngördüğü reçetelerin ne kadar işe yarayacağı ayrıca tartışılabilir, ama kabul ve tedavi isteğinin yansıtılması bile başlı başına müspet bir gelişme. YEP hayli gerçekçi. Fiyatlar genel seviyesinin (enflasyon) yükseldiğini ve bir süre böyle gideceğini söylüyor. Faizlerin de buna paralel olarak bir süre yüksek seyredeceğine işaret ediyor. Başka türlü olması beklenemezdi. Faiz enflasyonun bir yerden sonra sebebi olabilir ama yüksek enflasyonun ilk itişini yapan faktör değildir. Yüksek faiz bir taraftan enflasyon ile mücadeleye yardımcı olacaktır diğer taraftan tasarruf eksiğini gidermeye katkıda bulunacaktır. Aynı zamanda dövizin yükselmesini de zorlaştıracaktır. Türkiye’nin uzun vadeli en önemli ekonomik sorunu tasarruf eksikliği. Ali Koç şunu söylerken çok haklı: “Tasarruf oranlarımız düşük olduğu için bu kaynak ne yazık ki ülkemizde yok. Bu kaynak da ülkemizde olmadığı için, en azından yurt dışı kaynaklara bağımlıyız. O yüzden de Türkiye’nin şu an yatırım yapma konusunda güvenilir bir ülke imajı vermesi gerekiyor. Bunu da iki türlü yapabiliyorsunuz. Bir tarafta ekonomik şart ve politikalar, öngörülebilirlik, regülasyon kurumlarının ve yargının iyi çalışması var, diğer tarafta da uluslararası ilişkiler…” (http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/songul-hatisaru/bunu-atlatiriz-cephanemiz-var–2747737/). Türkiye yeterli kaynağa sahip olmadığı için ekonomik büyümesini yabancı kaynaklarla sürüklemek zorunda. Bu sorun çözülmeden istediğimiz ekonomik performansı göstermeyiz. Dış kaynaklı krizlere açık pozisyonlardan kurtulamayız. Son zamanlarda yaşanan ekonomik sıkıntılarda da tasarruf eksikliği etkili oldu. Son on beş yıldaki yüksek ekonomik büyümeden sonra belki de bazı sorunların doğması-yaşanması (konjonktür dalgalanması) kaçınılmazdı ama faturanın bu kadar ağır olması engellenebilirdi. Gerekenlerin yapılmaması, yapıldığında de geç kalınmış olması tahribatı artırdı. Keşke MB daha cesur olsa ve zamanında gereken adımları atsaydı. Keşke siyasetçiler MB’yi hedef tahtası haline getirerek sorunlara karşı senkronize çözümler geliştirmesini engellemese ve/veya geciktirmeseydi. YEP sıkı para ve maliye politikalarının sürdürüleceğini belirtiyor. Bu gayet yerinde. Ancak, sıkı maliye politikasının istihdam bakımından devamlı büyüyen ve devasa alt yapı projelerine girişen bir ülke tarafından sürdürülmesi zor. Sıkı maliye politikası vaadinin daha inandırıcı olması için Türkiye’de ekonomik devletçiliğin ana kalemlerinden olan devleti başlıca istihdam aracı olarak görme alışkanlığı ve tavrından ve rasyonel iktisadî temellere oturmayan politik alt yapı yatırımlarından vaz geçilmesi gerekir. Bunların yapılıp yapılmayacağını, yapılacaksa ne çapta yapılacağını zamanla göreceğiz. Kamuda kaynakların daha verimli kullanılacağı vaadi bana pek anlamlı ve inandırıcı gelmiyor. Devlet bir özel şirket gibi görülemez ve işletilemez. Devletin ve siyasetin doğası buna izin vermez. Ayrıca, seçim baskısı altında hareket eden politikacılar, sıkı maliye politikalarını, bir şekilde başlatsalar bile, hızla ve kolayca delebilirler. Bu yüzden, sıkı maliye politikasına yeni bir kavramsal ekleme yaparak devletin küçültülmesinden söz etmek ve bu hedefin peşinden ısrarla, inatla koşmak daha yerinde olur. YEP’te sosyal güvenlik sistemi ve sigorta sektörü açısından önemli ve yararlı açılımlar mevcut. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devlet güdümlü sosyal güvenlik sistemleri krize sürüklenmekte. 19. Yüzyıl’da ilk olarak Almanya’da muhafazakâr başbakan Bismarck tarafından tesis edilen ve sonraları refah devleti teori ve pratiğiyle iyice derinleşen ve yaygınlaşan bu sosyal güvenlik sistemi muhtemeldir ki çok uzak olmayan bir gelecekte sürdürülemez duruma düşecektir. Bunu gören bazı ülkeler ilk adımı atan Şili örneğini takip ederek bireysel emeklilik sistemi kurmaya yöneldi. Türkiye de -biraz gecikerek de olsa- bu yola girdi. Birkaç sene önce başlatılan Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) gönüllülüğe dayanmaktaydı. Ancak, insan tabiatına uygun olarak, çalışanlar kısa süreli çıkarlarını uzun süreli çıkarlarına tercih ettiği için sistem beklenen gelişmeyi gösteremedi. Şimdi bir adım daha atılarak 45 yaş altı çalışanlara sisteme üç yıl katılma mecburiyeti getiriliyor. Bence devlet neden BES’e girmek gerektiğini ve BES’in nasıl ve niçin ilerde genel sosyal güvenlik sisteminin yerini alacağını veya onu takviye edeceğini anlatarak çalışanları teşvik etmeli. Gelişmiş ülkelerde sigorta şirketleri finans sektörünün önemli aktörleri arasında. Türkiye’de ne yazık ki bu sektör olması gerektiği kadar gelişemedi. Bunun kültürle, devlet politikalarıyla ve sektörün yapılanmasıyla ilgili birçok sebebi var. Bir sebep ülkede reasürans kurumunun zayıflığı. YEP ile Türkiye Reasürans Havuzu kurulacak. Böylece sigorta şirketleri kaçındıkları riskli sigortalama işlemlerine daha kolay girebilecek ve riskli sigortalarının maliyetlerini sektör ortaklarıyla paylaşma imkânı bulacak. Bu adımın sigorta sektörünün gelişmesine hizmet edeceği kanaatindeyim. YEP’te beni ürküten bir şey kamu gelirlerinin artırılacağı yolundaki sözler. Bu nasıl yapılacak? Elbette vergileme ile. Nitekim emlâk vergileri hakkında böyle bir açıklama yapıldı. Emlâk vergilerinin rayiç bedele göre değil piyasa değerine göre tahsile edileceği açıklandı. Teknik zorlukları bir yana bırakalım, bu, emlâk vergilerinin fiilen yüksek oranda artacağı, yani vatandaşı zorlayacağı anlamına gelir. Devlet ne sebeple olursa olsun vergileri artırmayı düşünmeden önce kendi harcamalarını kısmayı düşünmeli. Krizler, derin ekonomik çalkantılar elbette sıkıntı ve ıstırap vericidir. Ancak, dünyanın sonu anlamına gelmez. Yine Ali Koç’un dediği gibi, tünelin sonunda ışık var. Bana göre ise doğru adımlar atıldığında bu dönemi daha az hasarla atlatmak ve hatta sıkıntılardan ders alarak kronik yapısal sorunları gidermek mümkün. Yeter ki gerekenler yapılsın. Devlet üzerine düşenleri piyasa ekonomisinin genel çerçevesi içinde yerine getirirse ekonomik aktörler zaten kendi durumlarını gözden geçirerek yeni şartlara intibak edecektir. İşler de böylece yoluna girecektir. Kaynak: ATİLLA YAYLA
Yeni Yüzyıl Gazetesi