Şiirlerin ve ‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Kılavuzluğunda Adım Adım Edirne (I)

GEZİ GEZGİNİ
Fazlı Köksal’ın Gezi Yazıları…

Şiirlerin ve ‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Kılavuzluğunda Adım Adım Edirne (I)

Teftiş Kurullarında bir gelenektir. Müfettişlere emekli olacakları yıl gitmek istedikleri bir yerde görev verilir. 15.Ekim.2019 Tarihinde yaş haddinde emekli olacağım için, 2019 ortalarında konu açılınca Teftiş Kurulu Başkanına teftişe Edirne’ye gitmek istediğimi söyledim. 40 yılı aşan memuriyet hayatımda 81 vilayetimizden 79’una görevli olarak gitmiştim… Şırnak ve Edirne’yi görmek kısmet olmamıştı… Şırnak neyse de, Türkiye’nin Serhat kenti, Osmanlı’ya başkentlik etmiş, yağlı güreşler deyince akla gelen, ülkemizin en muhteşem camisini bağrında barındıran Edirne’ye nasıl olmuş da gitmemiştim? Bu soruya, “kısmet” dışında bir cevap vermek mümkün değildi…
Son birkaç yıldır fırsat buldukça Talat Paşa hakkında araştırma yapıyordum. Amacım, becerebilirsem, PTT memurluğundan Posta Telgraf Nazırlığına, oradan da Sadrazamlığa ulaşan, gözü kara İttihatçının, bu sıra dışı insanın biyografik romanını yazmak… Talat Paşa’nın Posta Telgraf Nazırı olduktan sonraki dönemi için oldukça geniş bilgiye ulaştım.. Ondan öncesi, hele çocukluğu ve gençliği hakkında ulaşabildiğim tüm bilgi ise birkaç cümleyi geçmiyor… Edirne’yi görmek istememin en önemli nedenlerinden birisi de bu… Talat Paşa’nın çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Edirne’de onunla ilgili daha geniş bilgiye ulaşabilme arzusu…

Teftiş Kurulu kiminle gideceğimi seçmemi de uygun gördü… Önce benimle beraber göreve gitmeyi çok arzulayan, çok sevdiğim genç müfettişlerden Mesut Bilim ile gidecektik, ama ona ardı ardına verilen görevler nedeniyle iş arkadaşım değişti… Edirne teftişine çok sevdiğim müfettişlerden Yüksel Erdoğan ile birlikte gitmeye karar verdik… Bu sayede de sevgili Mesut’a “Satıcı” diye takılmak için fırsat doğdu…
8 Eylül 2019 günü Yüksel Erdoğan Beyle Ankara’dan Çorlu’ya uçtuk… İdare aracı ile de Çorlu’dan Edirne’ye yol aldık… Edirne dümdüz denecek bir ovada yer alan bir kent. Görünürde ciddi bir yükselti bir tepe yok. Ve “Edirne’ye nereden girerseniz giriniz sizi Selimiye karşılayacaktır.” Sözünü doğrularcasına Edirne’ye girerken Selimiye Camisi tüm ihtişamı ile karşımızda belirdi…

Edirne’ye gelince Atatürk Bulvarı üzerinde, tarihi şehir merkezine 3-4 km uzakta, şehrin yeni yapılaşan bölgesindeki Margi otele yerleştik… Otele yerleştikten sonra akşam yemeğini yemek üzere, tarihi şehre yürüyerek gitmeye Yüksel Beye teklif ettim. Ben 5-6 km.nin altındaki mesafelere genelde yürüyerek gitmeyi tercih ederim. Allah’tan Yüksel Bey de yürümekten hoşlanıyor. Teklifimi kabul etti… Etrafı izleyerek Eski Cami’nin bulunduğu yere geldik… Madem Edirne’deyiz, ilk yemeğimiz de Edirne’nin meşhur ciğer tavası olmalı diye düşündük. En iyi ciğer nerede yenir diye sora soruştura bir ciğerciye gittik… Ciğer, yumuşacık, sinirsiz ve leziz… Ama kızartmaya mahsus lezzet, ciğerin kendisine has tadını ikinci plana atmış… Tabir caizse ciğer cipsi… Daha önce Ankara’da ve İstanbul’da yediğim Edirne tava ciğerlerine göre çok farklı ve leziz geldi… Daha sonra başka mekânlarda yediğimiz ciğerlerde de aynı lezzet tutturulmuştu… Diyeceğim o ki ciğeri Edirne’nin marka olmuş 5-6 ciğercisinden hangisinde yerseniz yiyin pişman olmazsınız… Ve aralarında da çok fark bulamazsınız… Yemek yerken hava karardı… Işıklar yandı… Kenti saran ışıkların büyüsü insanı sarıp sarmalıyordu… Yol yorgunluğu nedeniyle, yemek öncesi, yemekten sonra otele gidip dinlenmeye karar vermiş olmakla birlikte şehri bu ışıklı haliyle ilk günden tanımak isteği bizi bu kararımızdan vazgeçirdi… Şehrin merkezindeki üç camii, Eski Cami, Üç Şerefeli Cami ve Selimiye Cami o kadar güzel ışıklandırılmıştı ki… Bu üç Caminin etrafını sokak sokak dolaştık… En ufak bir ayrıntıyı kaçırmadan, sanki ertesi gün Edirne’den ayrılacakmış gibi…

Işıklar, gölgeler, göz yanılmaları, Eski Cami farklı, Üç Şerefeli Camii farklı, hele Selimiye… Selimiye Camii önündeki at üzerindeki Fatih heykeli…
Selimiye’nin önündeki at üzerindeki Fatih heykeline bakarken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu dörtlüğü geliyor aklıma..
Her an değişiyor, yelken, gül, kanat
Bütün burçlarıyla uyanmış gece
Defneler önünde şaha kalkan at
Zihnin eşiğinde ürkek düşünce.
EDİRNE
Mısralar da titreşiyor, ışıklar gibi… Işıkların büyüsünden kurtulup saate bakmayı aklımıza getirdiğimiz an, Edirne’nin kaldırımlarında dört saati aşkın dolaştığımızı fark ediyor ve yeni günün ilk saatinde otelden içeri giriyoruz…
9.Eylül.2019 günü Karaağaç’taki Orman İşletme Müdürlüğü’ne gelerek göreve başladık.. Edirne’nin güney batısına düşen Karaağaç; şehir merkezine 5, kaldığımız otele 8 km mesafede… Edirne’nin sayfiye yeri gibi… Daha yeşil, evler bahçeli.. Villa tarzı olanlar da var… Bazı evler dönemsel kullanılıyor, bağ evi gibi.. Osmanlı’nın son zamanlarında Karaağaç genelde azınlık unsurların oturduğu, Edirne’nin eğlence mekânlarının bulunduğu bir bölge imiş… Ayrıca İngiltere, Fransa, Bulgaristan gibi bazı ülkelerin Konsoloslukları da, şimdi kullanılmayan Tren İstasyonu da Karaağaç’ta imiş.. Karaağaç Lozan anlaşmasında savaş tazminatı olarak sonradan Türkiye’ye bırakılmış…
Yüksel Bey ile birlikte mesai çıkışlarında otele yürüyerek gitmeye karar vermiştik… İşletme Müdürü; “efendim oteliniz buraya çok uzak sizi araçla bırakalım” dediyse de, araca binmediğimiz gibi, “biz yolu bilmiyoruz, çarşıya kadar bizimle gel de yolu bize göster.” diyerek, çarşıya kadar adamcağızı da yürüttük. Karaağaç’tan Edirne’ye giden köprüye gelmeden yüz metre önce, elinde palet bulunan bir ressam heykeli dikkatimi çekti. Kaidesinde “Şehit Ressam Hasan Rıza 1859-1913” yazıyordu…

Yeri gelmişken Ressam Hasan Rıza Bey’den bahsedeyim:
Küçük yaşta resim yapmaya başladı; Bahriye Mektebi’nde okul arkadaşları arasında Ressam Hasan Rıza Üsküdar olarak anıldı. Okulu idadi kısmını bitirdiği 1881 senesinde 93 Harbi’ne gönüllü olarak katıldı.. Savaş bittikten sonra Bahriye Mektebi’ndeki eğitimine geri döndü. Okulun son sınıfında iken Sultan Abdülhamid’in yatının kamaralarında bulunan resimleri onarmak ve bozulan süslemeleri yenilemekle görevlendirildi. Hasan Rıza’ya bu görevdeki başarısından ötürü okulu bitirmeden “subay” olma hakkı tanındı. Ancak o, ressamlığı tercih etti ve askerliği bırakarak resim çalışmak üzere İtalya’ya gitti.
On yıl Roma, Floransa, Napoli atölyelerinde çalışarak sanat anlayışını geliştirdikten iki yıl Mısır’da Mısır sanatı üzerine çalıştı. On iki yıldan sonra Türkiye’ye döndüğünde kendisine rütbesi geri verilmek istendiyse de kabul etmedi; Edirne Karaağaç’ta bir atölye kurup çalışmalarına atölyesinde devam etti. Özellikle Osmanlı tarihindeki savaşların betimleyen tablolar yüzerinde yoğunlaştı. Fatih Sultan Mehmet’in Topkapı’dan İstanbul’a girişini anlatan tabloda kendisini Fatih’in bindiği atın hemen yanında, elinde tüfek olan asker olarak resmetti.

Edirne’de çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı, Edirne Vilayeti Sanayi Okulu’na (Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi) 1908 yılında müdür oldu. Okul, Balkan Savaşı sırasında hastaneye dönüştürüldü. Hasan Rıza, hastanenin müdürlüğünü üstlendi.
Bulgar ordusunun şehre girdiği 26 Mart 1913 günü atölyesindeki resimleri kurtarmak üzere Karaağaç’a doğru gittiği sırada Bulgar askerleri tarafından şehit edildi..
Tablolarının büyük bölümü Bulgar Askerleri tarafından imha edilmesine rağmen, hâlâ bir kısmı Viyana müzesinde, bir kısmı Topkapı Sarayında bir kısmı da tarihi Edirne Belediye binasında bulunmaktadır… Hasan Rıza Beyin hayat hikâyesini araştırırken, Türk Resminin iki büyük isminin Sami Yetik ile Mehmet Ali Laga’nın onun öğrencisi olduğunu, Mehmet Ali Laga’nın, şu anda Sabancı Koleksiyonunda bulunan “Fatih’in Edirne’den Toplarla İstanbul’a Hareketi” tablosunun düşman eline geçmemesi için kasnağından çıkararak esareti süresince vücuduna sararak sakladığını öğrenmem beni çok etkilemişti…
Hasan Rıza Bey’in heykelini geçince Tarihi bir Çeşme ile karşılaşıyorsunuz. Görkemli olduğu kadar zarif bu çeşme yaptıran valinin adıyla anılıyor; Hacı Adil Bey Çeşmesi. Kaynaklara göre bu çeşme valinin Bulgar eşkıyalarca şehit edilen oğlunun hatırasına 1904 yılında yapılmış…

Çeşmenin yanında birkaç fayton müşteri bekliyor… Biraz ilerde Meriç Nehrinin kenarında, Meriç köprüsünün üzerindeki muhteşem köprünün girişinde Meriç Nehrinin kenarında göz alıcı bir yapı görünüyor… 19. Yüzyılda yapılan ve Osmanlı Döneminde gümrük muhafaza istasyonu olarak kullanılan barok esintiler taşıyan binaya yeni bir isim verilmiş: Protokol Evi…

Halk arasında “Yeni Köprü” de denilen Meriç Köprüsü’nde restorasyon çalışması yapılıyor, köprünün zemin taşları ile korkuluk görevini yerine getiren taşlar değiştiriliyordu. Restorasyon 3 ay önce başlamış, Edirne’de kaldığımız 25 gün zarfında da tamamlanamadı… Kayıtlara göre Meriç Köprüsü 63 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğindedir. Köprünün inşaatına 1842 yılında başlanmış, 1847 yılında inşaat tamamlanmış. 13 ayak üzerine oturan 12 kemere sahip köprünün boşaltma kemerindeki ilginç bezemelerde; 12 Hayvanlı takvim, 8 köşeli yıldız, ejderha gibi Selçuklu mimarisi motiflerinden yararlanılmış.

Meriç köprüsü bitince sizi Meriç ile Tunca arasında uzanan bir kara parçası karşılar sizi. Öğretmenevi ve bazı çay bahçeleri ve restoranların bulunduğu bu yarımadanın –yarımadayı bir kanalın ikiye böldüğü gözetilirse ada da denebilir- eni iki köprü arasında 400 metre kadardır. Tunca ve Meriç’in birleştiği noktada yarımada da sona erer.. Edirneliler bu yarımadaya “iki köprü arası” diyorlar… İki köprü arasından Edirne’ye geçişi Tunca Köprüsü Ekmekçizade Köprüsü veya Defterdar Köprüsü adlarıyla anılan köprü sağlıyor. Köprüyü Ekmekçizade Ahmet Paşa yaptırdığı için Ekmekçizade Köprüsü, paşanın görevi nedeniyle Defterdar Köprüsü, Tunca üzerinde yer aldığı için de Tunca Köprüsü olarak adlandırılmış…

Meriç, Tunca ve Arda… Edirne Üç nehirle bir anılan kent… Dünyada üç nehirle hemhal olmuş kaç şehir vardır?

Ne Güzel söylemiş Niyazi Akıncıoğlu;

Bir yerde görürsen ki:
Ağır ve edalı akar,
dal dal söğütler öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.

Ekmekçizade köprüsünden sonra eski Elektrik Fabrikası Set Boyu ve Şehir Stadı… Şehir Stadı ve civarı bana çok itici geldi… Sanki binalar üzerime yıkılacak gibi… Eski ve bakımsız… Türkiye’nin hiçbir yerinde şehir merkezinde, civarında müsait araç park yeri olmayan, bu kadar bakımsız, yıkılmaya yüz tutmuş başka bir şehir stadı görmedim… Saraçlar Caddesi üzerinden şehir merkezine ulaştık… Şehir Merkezinden otele yürüyüşümüze başlamadan akşam yemeğimizi yemek amacıyla bize önerilen Saray Lokantası’na gittik. Ama Saray Lokantası bir esnaf lokantasıymış ve akşamları yemek servisi yokmuş. Lokanta sahibi candan, hoşsohbet bir Kosova göçmeni… Bize çok yakınlık gösterdi. Yemeklerini önerdiği Balkan Piliç Restorana kadar bizi götürdü… Balkan Piliç Restoranın yemeklerini çok beğendik… Edirne’de kaldığımız sürece, Akşam yemeği saatlerinde şehir merkezinde isek genelde burada yemek yedik… Yeri gelmişken ifade edeyim Saray Lokantasının yemeklerini de bşrkaç kez deneme fırsatı bulduk yemeklerin tamamı çok lezizdi.. Yemekten sonra otele yürüyerek gittik…

Teftiş süresince Edirne’de bulunduğumuz mesai günleri, yaptığımız protokol ziyaretleri dışında birbirinin kopyası gibi geçiyordu… Sabah idare aracı ile otelden Orman İşletmesine geliyor, öğlene kadar çalışıyor, Orman İşletme Müdürlüğünde yemekhane olmadığı için öğle yemeğini DSİ’nin yemekhanesinde yiyor. Öğle yemeğinden sonra ise Orman İşletme Müdürlüğü bahçesinde veya Karaağaç’ta dolaşıyor öğleden sonra da çalışıyor yürüyerek de otele dönüyorduk… Günler arasındaki tek fark şehir merkezinde geçirdiğimiz zaman, akşam yemeğini yediğimiz mekânlar otele dönüş saatimizin farklı olmasıydı… Hafta sonlarını ise Edirne şehir merkezini ve Edirne ilçelerindeki görülmeye değer yerleri gezerek geçiriyorduk…
12 Eylül 2019 Günü Kayseri’de PTT’de Teftiş Kurulu Kontrolörü olduğu dönemden tanıdığım PTT Edirne Başmüdürü Bülent Uğurtepe ziyaretimize geldi. Beraber öğle yemeğine çıktık. Yemek dönüşü Bülent Bey bize kısa bir Edirne turu yaptırdıktan sonra, “Ağabey biliyorsunuz ülkemizde ilk Türkçe telgraf Edirne’den İstanbul’a çekildi, biz de o olay anısına ‘İlk Telgraf PTT Şubesi’ açtık ve bu şubede bir köşe oluşturduk. Görmek ister misiniz?” diye sordu. Biz de memnun olacağımızı söyledik.

İlk Telgraf Şubesinde ilk telgraf olayını anlatmak için bir köşe oluşturulmuş. Bu köşede; Türkçe ilk telgrafın alfabesini oluşturarak ilk Türkçe telgrafı çeken Edirne Telgraf Müdürü Mustafa Bey’in büstü, İlk Telgrafın çekildiği Edirne Telgrafhanesinin resmi ve İlk Telgraf başlıklı çerçevelenmiş bir yazı yer alıyor. Yüksel Bey yazıyı okuyunca, “Üstad sizin kitabınızdan alındığını yazıyor” dedi… Yazının altındaki “Bu yazı Sayın Fazlı Köksal’ın Posta ve Telekomünikasyon Tarihinden Portreler Kitabından Alınmıştır” notunu okuyunca gururlanmadım dersem yalan olur… Sayın Bülent Uğurtepe’ye teşekkür ettim ama utancımdan o köşenin fotoğrafını çekemedim. Allah’tan Yüksel Bey çekmiş… Bülent Bey bizi Orman İşletme Müdürlüğüne bıraktı…
Akşam her günkü güzergâhımızdan Edirne’ye döndük… Edirne’de gezerken Edirne Türkocağı binasındaki bayrağın solmuş, bayraklıktan çıkmış hali içimi acıttı… Hemen fotoğrafını çektim…

Fotoğrafı şu notla Facebook sayfamda paylaştım.
“Bugün Edirne Türkocağı binasındaki, al rengini yitirmiş, yıpranmış, rengi turuncuya dönüşmüş Türk Bayrağı’nı görünce; Özdemir Asaf’ın ‘Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu birinciliği beyaza verdiler’ mısraları geldi aklıma…
Bayrağımızı özelliğini kaybetmiş olarak her gördüğümde içim acır. Ama hiç bu kadar acımamıştı..
Muhtemelen Yusuf Akçura’nın, Ziya Gökalp’in, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in de kemikleri sızlamıştır. O bayrak hiçbir yere yakışmaz. Ama özellikle Türkocağına hiç yakışmıyor beyler. Ya o bayrağı değiştirin, ya tabelayı…”
Bu paylaşımı Türkocağı Genel Merkezinde görevli bazı arkadaşlara ilettim. Bir arkadaş Edirne Türkocağı Başkanını tanıdığını ve konuyu kendisine ilettiğini söyledi. 13 Eylül Günü mesai çıkışı Türkocağı binasının önünden yine geçtim bayrak hâlâ değiştirilmemişti. Sosyal medya bombardımanına devam ettim. 14 Eylül akşamı Edirne Türkocağı binasındaki rengi solmuş bayrak kaldırılarak al renkli Türk Bayrağı’nın asıldığını görmekteki memnuniyetimi izahta kelimeler yetersiz kalırdı…

Uyarılarıma kulak veren Edirne Türkocağı yetkililerine sosyal medyadan teşekkür ettim.
Müfettişlik mesleğinin verdiği bir özellik midir? Tesadüf müdür? Bilmem ama nerede bir hata, yanlışlık var beni buluyor… Türkocağı binasındaki solmuş bayrağı gördüğümüzün ertesi günü ormanda arazi denetimi yapmak üzere giderken Edirne Beyazıt Şifahanesini geçtikten sonra İşletme Müdürümüz “Müfettiş bey, yolumuzun üzerinde bir şehitlik var. Bu şehitliğin yapılmasında İşletme Müdürlüğümüzün de çok katkısı olmuş, görmek ister misiniz?” diye sorması üzerine ‘Edirne Asker Hastanesi Şehitliği’ adı verilen bu muhteşem şehitliği gezdik. Şehitlik; Balkan, Galiçya, Romanya ve Bulgaristan cephelerinde çarpışıp Edirne Askeri Hastanesinde şehit olan 52 bin asker adına yapılmış.. Bu 52 bin şehidin 5005’inin ismi tespit edilmiş ve şehitliğin duvarına yazılmış.

Ama şehitlikte affedilmez bir hataya imza atılmış ki, anlaşılması mümkün değil… Hata ne mi? Şehitliğe “Bu Vatan Kimin” şiirini mermere kazıyıp yerleştirmişler. Ama şairin adını Orhan ŞEFİK Gökyay yazmışlar… Oysa “Bu Vatan Kimin” şiirini hangi şairimiz yazmıştır? Diye sokakta dolaşıp sorsak, edebiyat ile az çok ilgilenmiş herkes “Orhan Şaik Gökyay” diyecektir. 2015 yılında kurulan Edirne Asker Hastanesi Şehitliği’ ni birkaç bakan defalarca ziyaret etmiş… Valiler, belediye başkanları… Ama yapılan bir fahiş hatayı gerek yapım sırasında, gerekse sonrasında kimse görmemiş… Gördüyse de kimse umursamamış… ”
Cehaletin bu kadarı tahsille mümkün” diyen Sakallı Celal ne doğru söylemiş…
Ama yine de bilemiyorum;
Cehalet mi?
Vurdumduymazlık mı?
Emaneti ehline verememek mi?
Siz ne dersiniz?

Bu tespitimi sosyal medyada paylaştım, Edirne Valiliği ve Edirne Belediye Başkanlığına ilettim… Edirne Şehit Aileleri Derneği Başkanı Faruk Çiftçi’den, konuyla ilgilenecekleri bilgisini de içeren bir teşekkür mesajı aldım… Daha sonra da bir Belediye yetkilisi de tiwitterden şöyle bir mesaj attı; “Merhaba Edirne Şehit Aileleri Derneği tarafından geçici olarak böyle bir* düzeltme yapıldığı bilgisini aldık. En kısa zamanda tabaka değişecek. Duyarlılığınız için teşekkürler ”
İsmin düzeltilmiş (?) halini de bilginize sunuyorum…

Bir hafta içinde, Türkocağı binasındaki rengi gitmiş bayrağı değiştirttikten sonra, Şehitlikteki bu hatayı da kısmen düzelttirmiş oldum… Vatandaşlık görevimi yaptığımı düşünüyorum… İnşallah Belediye yetkilisinin söz verdiği gibi, şiirin yazıldığı tabaka tamamen değiştirilir.. Ve inşallah yetkililerimizin Türkçe duyarlılığı daha da gelişir, benzeri vahim hataların tekrarına fırsat verilmez…
Anıtla ilgili Edirne Valiliğinden bir cevap gelmedi… Konuyu Edirne Valisi Sayın Ekrem Canalp’ı ziyaretimiz sırasında kendisine iletmeyi düşündüm ama konunun bir çözüm mecrasına girmesi yanında bir nezaket ve protokol ziyareti amacıyla gerçekleşen bu görüşmede konuyu dile getirmeyi çok uygun bulmadım…

DEVAM EDECEK