Adım Adım Edirne (II)

Şiirlerin ve ‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Kılavuzluğunda Adım Adım Edirne (II)

FAZLI KÖKSAL

Edirne’yi bir sıfatla tanımla deselerdi, Tarih Kokan Kent derdim… Camiler, medreseler, kervansaraylar, tabyalar, kiliseler, sinagoglar, arastalar, kapalı çarşılar, saraylar, konaklar… Bu binaların en muhteşemleri, çağımızda en az bozularak intikal edenleri de şüphesiz camiler… Edirne’de kaldığımız süre içinde her Cuma namazını farklı bir “Selatin Cami”[i]de kılmaya çalıştık. Ayrıca Selatin Cami niteliğinde olmamasına rağmen mimarisi, konunu ve tarihsel özellikleri ile görülmesi gereken camileri de fırsat buldukça ziyaret ettik. Edirne’deki Selatin Camilerini ziyaret tarihlerine göre değil de, camilerin yapılış tarihlerine göre anlatmak, okuyucunun daha iyi bilgi sahibi olmasını sağlayacaktır. Ayrıca hakkında bilgi verilmesi gereken diğer camilerden de sırası geldikçe bahsetmeye çalışacağım…

Eski Cami;

Edirne’deki en eski Selatin Camii hatta en eski anıtsal yapı Ulu Cami olarak da bilinen Eski Camidir. Fetret devri eseridir. 1403’te Süleyman Çelebi tarafından yapımına başlanmış, Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414’te bitirilmiştir. Mimarı Konyalı Hacı Alaaddin, kalfası Ömer İbn İbrahim’dir. Erken Dönem Camileri arasında sayılır. Mimari tarz olarak Selçuklu Mimarisinin andırır ve çok kubbeli Camiler grubuna girer. Tamamen kesme taşlardan yapılmıştır. Merkezi kubbeyi taşıyan dört paye ile dört duvar üzerine dokuz kubbelidir. Bir yanının dış ölçüsü 13 m. olan kare planlıdır. Taç Kapı, son cemaat yeri girişi ve minber Ak mermerdendir. Kuzey ve batı Yüzleri daha süslüdür. Son cemaat yeri girişindeki kemer çevresinde bulunan rozetler ve spiralli süsleme, onarımlarda yapılmıştır. İç mekânda yalnızca dört paye oluşu yapıya ferah bir görünüm verir. Camide süsleme yönünden en önemli bölüm minberdir. Kapı üzerindeki yazıtta Çelebi Sultan Mehmet’in adı vardır. Doğu ve batı yüzeylerindeki geçme yıldızlar ve Rumiler ilginçtir. 5 kemerli son cemaat yeri ve biri tek öbürü iki şerefeli, iki minaresi vardır. Cami, 1748’de yangından, 1752’de depremden zarar görmüştür. 1754’te Sultan I.Mahmut Döneminde, 1924 ve 1934 yıllarında onarım görmüştür.

II. Murat döneminde Edirne’ye gelen ve Camiye girerek vaaz verdiği Söylenen Hacı Bayram Veli’nin anısına duyulan saygı nedeniyle vaaz Kürsüsü o tarihten sonra imamlarca kullanılmamış. Ayrıca mihrabın sağında yer alan Kâbe’den getirildiği rivayet edilen siyah taş, caminin içindeki ziyaret noktasıdır. Bu taşın önünde iki rekât namaz kılanların duaları kabul edildiği şeklinde bir inanç yaygındır. Ancak Caminin yapıldığı dönemin Osmanlı’nın en zayıf olduğu kutsal topraklar üzerinde bir otoritesinin olmadığı, gidip gelmenin çok zor olduğu dikkate alındığında o taşın Kâbe duvarından getirilme ihtimalinin çok düşük olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı Padişahlarından II. Ahmet ve II. Mustafa’ya bu camide Kılıç Kuşanma törenleri yapıldığı için imamlar Cuma Hutbelerine elde kılıçla çıkıyorlar. Kılıçla okunan hutbeyi gözlerimle görme, kulaklarımla duyma imkânım oldu. Bu da benim için bir ilk oldu… Daha önce kılıç ile verilen bir hutbe dinlememiştim..

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Ulu Camii ile ilgili olarak;
“Caminin mihrap ve minareleri gayet sanatlıdır. Kuyumcular tarafındaki sağ kapıya on bir basamak taş merdivenle inilir. Gece ve gündüz cemaati kalabalık olan eski bir camidir. Mihrap önündeki İrem bağı içinde bulunan hoş sesli kuşların hazin sesleri, namaz kılanlara hayat verir. Yine o muteber bahçede biten lale, sümbül ve erguvanın tabii kokuları dimağları kokulandırır. Vakıf tarafında mübarek camiye bakan mütevellisi, vasıtasıyla gül, sümbül, nergis ve zambak mevsiminde bütün cemaat safları arasına adı geçen çiçeklerle vazolar konulup, caminin içi ve dışı nurlanır ve kokulanır”[ii] der.
Tabii şimdi ne bahçe kalmış ne çiçekler… Dolayısıyla saflar arasına konulmuş çiçek vazoları da…

Eski Caminin bitişiğinde eskiden bir medrese de varmış. Eskicami Medresesi Camiardı Medresesi ve Medrese-i Atîka adıyla da anılan medreseden bugün hiçbir kalıntı kalmamış. Eskiden cemaatin kış günleri sıcak su ile abdest almasını sağlayan özel bir tesisat da günümüze intikal etmemiş…
Muradiye Camii
Muradiye Mahallesinde, Sarayiçine egemen bir tepeye Sultan II.Murat tarafından yaptırmıştır. Yazıtında tarih bulunmayan caminin Vakfiyesine ve diğer tarihi kaynaklara dayanılarak 1436 yılında tamamlandığı sanılmaktadır.

Rivayete göre Sultan II. Murat rüyasında Mevlana’yı görür ve Mevlana ondan bir Mevlevihane yaptırmasını ister. İşte Muradiye Cami böylelikle bir Mevlevihane olarak yapılır (1426). Ancak kısa süre sonra Mevlevi Dervişler arasında çıkan ve ölümle sonuçlanan kavgalar nedeniyle Sultan II.Murat’ın burasını kapatarak Camiye dönüştürür..

Sultan II.Murat, Mevlana Sülalesinden 5. kuşak Celalettin ile altıncısı Cemalettin Çelebi’leri Edirne’ye getirterek, Muradiye yanında ayrıca Yaptırdığı Dergaha yerleştirmiştir.

Caminin mimarı bilinmemektedir. Yan mekânlı (zaviyeli) camilerin en güzel örneğidir. Avlusunda şadırvan vardır. Cami, dış görünüşünün yalınlığına karşın, iç süslemesi yönünden XV. yüzyıl Osmanlı Sanatının göze çarpanlarından birisidir. Mihrap ve duvarları kaplayan çiniler, Türk çini sanatının en muhteşem örneklerindendir. Mihrap önü Kubbeli mekânın duvarları doğacı çiçek motifleri ile işlenmiş altıgen mavi, ak çini levhalarla, bunların arası da firuze renkli düz üçgen levhalarla kaplıdır.

Çini mihraptaki kabartma levhalar, zengin motiflerle bezenmiştir. Buradaki renkli sır ve sıraltı tekniği başarılı bir biçimde kullanmıştır.

Aynalıktaki pano, rumili kıvrık dallar arasında iki dize kufi ve biri Aynalı iki dize nesih yazı ile süslüdür. Çinilerde sarı egemendir; Rumi motif çokça kullanılmıştır. Ayrıca, rozet, şakayık ve karanfil de görülür.

Sultan II.Murat’ın caminin solunda yaptırdığı büyük imaret, Mevlevi Tekkesi ve Semahane günümüze ulaşmamıştır.

Camide, çiniden başka, orta kubbeleri birbirine bağlayan kemerde, Duvarlarının üst bölümlerinde ve örtü düzeninde zengin kalem işleri vardır. Minberi ahşaptır.

Çiniden yapılmış mihrabı ile kanatlardaki duvar çinileri nadir ve Nefis Osmanlı eserleri olarak nitelenir. Mihrap bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi bünyesindeki Çinili Köşk’te sergilenmekte imiş. Minarenin yeşil çinilerle kaplı minaresindeki çiniler ise 1752 Depremi sonrasındaki yapılan tadilat sırasında sökülmüş.

Muradiye Camisi’nin geniş haziresinde[iii] Edirne Şairlerinden Enis Recep Dede, Şair Neşati, Hacı Eşref’in ve Mevlevi büyüklerinin mezarları var. Bu hazirede mezarı olan önemli bir şahsiyet de ünlü Şeyhülislamı Musa Kazım Efendi[iv]dir. Gerçekten önemli ve aydın bir din adamı olan Musa Kazım Efendinin mezarını özellikle sorarak buldum ve ruhuna bir Fatiha okudum…

Üç Şerefeli Camii
Adını Üç şerefeli minaresinden alan bu camiyi 1443-1447 yılları arasında, Sultan II.Murat yaptırmış. Cami Osmanlı sanatında erken ile Klasik dönem eserleri arasında sayılıyor.. Okuduğum kaynaklarda bu caminin planını Mimar Sinan’in İstanbul camilerinde daha gelişmiş biçimiyle uyguladığı belirtiliyor..

Bu cami pek çok ilkin denendiği bir mimari harikası… Osmanlı mimarisinde revaklı avlu ilk kez bu Camide kullanılmış. Avlunun dört köşelerine minareler yerleştirilen Üç Şerefeli Cami, bu özellikleriyle sonraki camilere öncü olmuş. Selçuklu Mimarisindeki çok kubbeli dönemden tek Kubbeli döneme geçişin ilk örneklerindendir. Kubbelerdeki orijinal kalem işleri Osmanlı Camilerinde görülen en eski örneklerdir. Kubbede çeşitli meyvelerden oluşan “Meyve Sofrası” görülür. Mihrabın iki yanında, caminin denge durumunu kontrol için iki silindir bulunur. Bunlar ayar terazileridir ve dönüyor oluşları caminin dengede olduğunun göstergesidir. Camiye adını veren üç şerefeli minare, Selimiye yapılana kadar minarelerin en büyüğü kabul edilirdi. Külahıyla birlikte 76 m. olup, merdivenindeki toplam basamak sayısı 203’tür. Şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Bu tarzıyla bir ilktir ve birinci merdiven bir ile üçüncü şerefeye, ikinci merdiven ikinci ile üçüncüsüne, üçüncü merdiven ise; doğrudan üçüncü şerefeye götürür. Üç Şerefeli minarenin bir başka özelliği; camisiyle birlikte kesme taş kullanılarak yapılan ilk minare oluşudur.

Üç Şerefeli Cami’nin, süslemeleri de göz alıcı; taçkapı, yan kapılar, minareler, sütun başlıkları ve pencerelerde mermer yanında beyaz ve kiremit rengi taşlar kullanılmış.

Camiyi inşa eden mimarın, Mimar Sinan’ın hocası olduğu söylenen ‘Müslihiddin Ağa’ olduğuna dair tahminler bulunsa da, mimarı kesin olarak bilinmemektedir. Mimarının Amasyalı Ata olduğunu yazan kaynaklar da vardır.

Dört minaresinin biri üç, biri iki, ikisi birer şerefeli olup; baklavalı, şişhaneli, çubuklu ve burmalı motif üsluplarıyla bezenmiştir. Caminin ilk ve asıl minaresi Üç Şerefelidir. Diğer minareler sonraki dönemlerde ilave edilmiş..

Mimar Sinan Seyahatnamesinde Üç Şerefeli Camiyi şöyle anlatıyor;
“Duvarlar ayna gibi cilalı ve parlaktır. Bahçenin çevresindeki, pencereler üzerine, ibret verici hatlar ile kasideler yazılmıştır. Gönül açıcı avlu ham mermer ile kaplı olup, birçok küçük taşların tek parça olarak birleşmesine ve renklerine insan hayran olur. Avlunun ortasında abdest tazelemek için Hanefi havuzu vardır. Musluklarından ab-ı hayat akmakta namaz kılmak isteyenler dahi ondan abdest tazeleyip Allah’a ibadet etmektedirler. Avlunun dört köşesinde, dört direk gibi, dört adet mevzun minare vardır ki her biri göğe uzanmıştır. Amma sağ taraftaki süslü minare üç şerefeli olduğundan bu camiye “Üç Şerefeli” derler. Aşağıdaki bir kapıdan üç müezzin girip minareye çıktıklarında birbirlerini görmezler. Her biri diğerlerinin seslerini dahi işitmeden ayrı ayrı şerefede Ezan-ı Muhammedi okur. Görülmeye değer bir minaredir ki mimarisine akıl – sır ermez. Sol taraftaki minare iki şerefelidir. Avlunun iki köşesindeki minarelerin ikisi de birer tabaklı, burma burma ve motifleri, mevzun minarelerdir. Hayır sahibi Koca İkinci Murad Han birinci tahta çıkışlarında Anadolu’daki İzmir Kalesi’ni Rumların elinden alınca, orada bulduğu hazine ile defineleri bu Üç Şerefeli camiye harcamıştır.”
II.Beyazid Camisi ve Külliyesi;

Her ne kadar bu bölüme Selatin Camileri anlatma niyeti ile başlamışsak da, II Bayezid Camii, külliyenin bir parçası olduğundan cami ve külliyeyi birlikte anlatmakta fayda var… Bu külliyeye tam üç kez gittim. İlkinde gezmeye, ikincisinde Camide Cuma namazı kılmaya üçüncüsünde de kafamdaki bazı sorulara cevap aramaya…

Tunca Nehri kıyısında bulunan külliye; cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, erzak depoları ve diğer bölümleriyle çok geniş bir alana yayılmış. Külliyenin önemli bir bölümü bugün Tıp Müzesi olarak kullanılıyor.

Sultan II.Beyazıd’in 1484-1488 yılları arasında yaptırdığı külliyenin mimarı da Mimar Hayreddin’miş.. Külliyedeki binalar, küçüklü büyüklü yüze yakın kubbeyle örtülü…

Külliyedeki yapıların en ihtişamlısı 20.55 m. çaplı, tek kubbeli, iki minareli Sultan Beyazıd Camisi. Mermer mihrap ve minber yalın görünüşlüdür. Somaki mermerden, son derece zarif hünkâr mahfili, Edirne’deki ilk örnekmiş… Caminin önündeki revaklı avlunun ortasında mermer şadırvan yer alıyor.

Kaynaklarda yer alan bilgiye göre; Padişahlar Saraçhane Köprüsü tarafından, nehir yoluyla ve saltanat kayıklarına binerek cuma namazı için bu camiye gelirler, rıhtım üzerinde biriken halk padişahı dualar ve ilahiler okuyarak selamlarmış.

Cami’nin batısında Darüşşifa ve Tıp Medresesi bulunmaktadır. Darüşşifa büyük kubbeli bir bölüm ve çevresindeki altı küçük kubbeli oda ve beş sedirli sofadan oluşmakta. Ortası açık büyük kubbenin altında şadırvan yer alıyor. Ön avlunun yanlarında akıl hastalarının iyileştirildiği söylenen kubbeli hücreler bulunuyor. Avlunun köşesinde, mutfak ve çamaşırhane bölümleri vardır. Kuzeybatı köşesindeki tıp medresesinde, revaklı avlunun etrafında 18 adet öğrenci hücresi, büyük kubbeli bir dershane ve ortada da şadırvan yer alıyor..

Yapının ortasında yer alan Darüşşifada (Hastane) üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde poliklinikler, özel diyet mutfağı ve personel odaları, ikinci bölüm ilaç deposu ve hastane yöneticilerinin odaları, üçüncü bölümde hasta odaları ile akıl hastalarının tedavisinde kullanılan müziğin toplu olarak icra edildiği bir musiki sahnesi bulunuyor.

Evliya Çelebi bu hastanede çalışan doktorları
“Belirli maaşlı mütehassıs doktorlar, nabız ilminde usta cerrahlar vardır”. Şeklinde anlatırken, hastaneyi şöyle tasvir etmektedir.“Bayezidhan Camii’nin büyük dış avlusunun sağında İrebağı içinde bir hastane vardır. Ayrıca Medrese-i Etibba (Tıp Medresesi) ve odalarında öyle talebeleri vardır ki, her biri Eflatun, Sokrat, Filikos, Aristetatis, Calinos, Fisagoras-ı tevhidinden bahseden mütehassıs ve usta doktorlardır. ‘El -İlmi ilman, ilmüh edyan vessani ilmi ebdan’ hükmüne göre her biri bir ilim yönetip tıp ilminde muteber kitaplara dayanarak insanların derdine deva ve ilaç yetiştirmeye çabalarlar.”
Cümleleriyle tanımlarken, hastanenin asıl iştigal sahası olan bımarhanede yapılan müzikli tedaviyi de şöyle anlatır:
“Merhum ve mağfur Bayezid-i Veli – Allah rahmet eylesin- hazretleri vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve sevdalılarını gidermek üzere on adet şarkıcı ve sazcı görevlendirmiştir ki, bunların üçü okuyucu, biri neyzen, biri kemancı, biri musikar, biri santurcu, biri çengi, biri santurcu çengi, biri udcu olup, haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere konser verirler. Allah’ın emriyle nicesi, saz sesinden hoşlanır ve sükûnet bulurlar. Doğrusu musiki ilminde neva, dügâh, rast, segâh, çargâh, suzinak makamları onlara mahsustur. Amma zengule makamı ile buselik makamında rastta karar kılsa, adama hayat veriri. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda verir.”[v]
Hastane ağırlıklı olarak akıl hastalarının tedavisinde kullanılsa da, her türlü hastanın kabul edildiği ve tedavi parasız olduğu bir hastane imiş.

Hastanede, zincire vurulması gereken akıl hastalarına, paslı demirin olumsuz etki yapma ihtimali düşünülerek, paslanmanın önlenmesi için demir aksamın altın ve gümüşle kaplanıyor olması, o tarihlerde Avrupa’da akıl hastalarının yakılarak öldürüldüğü dikkate alındığında, hastanenin sağlık anlayışının çağın ne kadar ilerisinde olduğunu göstermesi açısından çok önemli…

Darüşşifa demişken Ahmet Kutsi Tecer’in “Ağaçla Sarmaşık” şiirini anmamak olmaz.
Ağaçla Sarmaşık
Burada, bu eski Darüşşifa’da
Birbirine âşık iki genç varmış.
Kızın bulunduğu yer loş bir oda,
Oğlanın kaldığı yer daha darmış.
Her sabah avluda buluşurlarmış,
Doluncaya kadar bir kum saati,
Kızın etrafını periler sarmış,
Oğlanın altında bir sihir atı.
Nihayet bir zaman gelmiş, sıhhati
Düzelmiş bu iki sevdalı gencin
Bir anda kaybolmuş hayatın tadı,
Meğer saadetmiş bu onlar için.
Son defa yan yana gelmiş ikisi,
And içmiş bir daha ayrılmamaya;
Kandırıp bu iki âşık herkesi,
Yeniden girmişler Darüşşifa’ya
En sonda acımış onlara Hızır,
Yaptığı bir iksir varmış kendinin,
Uyuduğu zaman Başhekim, Nazır
İlacına katmış her ikisinin.
İçince iksirden bu iki âşık,
Dünyası değişmiş her iki canın,
Kız bir ağaç olmuş, oğlan sarmaşık,
Issız bahçesinde Darüşşifa’nın.
Ahmet Kutsi Tecer 1957

Ahmet Kutsi Tecer bu şiirinde bizi, Darüşşifa’da geçen bir efsaneye götürür. Darüşşifa’da birbirine âşık olan iki genç yaşarmış. Bunlar, her sabah avluda bir araya gelir, bir kum saati süresince birlikte olurlarmış. Zamanla bu iki sevdalı genç iyileşmişler. Hastaneden taburcu olunca onlar için hayatın bir anlamı kalmamış. Birbirlerine kavuşarak eski mutlu günlerine dönmek isteyen iki sevdalı herkesi hasta olduklarına inandırarak bu sefer ayrılmamak üzere yeniden Darüşşifa’ya hasta olarak kabul edilmişler. İlaç tedavisi, onları gerçekten ağır hasta edecektir. O anda imdatlarına Hızır yetişir ve bu sevdalı gençlerin ilacına sihirli iksirinden katar. İki âşık, iksirden içince bir anda dünyaları değişir ve Darüşşifa’nın ıssız bahçesinde kız bir ağaca, erkek ise sarmaşığa dönüşür ve birlikte yaşamaya devam ederler…

II. Beyazıd Sağlık Müzesi’nin, daha önce gezme fırsatını bulduğum, Amasya’daki Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi ile gösterdiği benzerlik, daha doğrusu Amasya Darüşşifası ile Edirne Darüşşifasının benzerliği dikkate şayan. Amasya Darüşşifasının kuruluşu daha eski olması,2. Bayezid’ın şehzadeliği döneminde yıllarca Amasya’da kalması ile birlikte değerlendirildiğinde 2. Beyazıd’ın Edirne Darüşşifasını kurarken Amasya Darüşşifasından etkilenmiş olma ihtimalini gündeme getiriyor.

1984 yılında, külliyenin cami dışında kalan bölümler Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş ve akabinde darüşşifanın sağlık müzesine dönüşümünün ön çalışmaları başlar. 1997 yılında Trakya Üniversitesi Senatosunca darüşşifa bölümü’nde “Sağlık Müzesi” kurulması kararı alınması ile Türkiye önemli bir müzeye kavuşur.

Müzede geçmişteki tedavi yöntemleri ve hastane ortamı cansız mankenler, müzik ve su sesi ile canlandırılmıştır. O tarihteki hastane yapısı; hasta kabul odası, melankolik hasta odası, ziyaretçi bekleme odası, depresif hasta odası, hasta muayene odası, kronik hasta odası, hanende ve sazendelerin balmumu heykellerinin bulunduğu müzik sahnesi, meşguliyetle tedavi odası, hekimin çocuk hastayı muayenesinin balmumu heykellerle canlandırıldığı oda, epilepsi hastası odası, eczane ve laboratuvar canlandırılmıştır. Müzede ayrıca; Hekimbaşı Odası, Dr. Rıfat Osman Bey Odası, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Odası, Edirne Sarayı tanıtım odası, Sultan II. Bayezid Külliyesi Tanıtım Odası, Cumhuriyet öncesindeki Türk tıbbının gelişim aşamaları ile Selçuklu ve Osmanlı darüşşifalarına ilişkin çeşitli belge ve fotoğraflarının bulunduğu bölüm, medrese öğrencilerinin odaları, Eczacılık ve Şifalı Bitkiler Odası ve Hastane Mutfağı ve kiler bölümleri yer almaktadır

2004 yılında Avrupa Konseyi Kültür Bilim Eğitim Komitesi tarafından “Yılın Müzesi” ödülüne layık görülen Sağlık Müzesi Edirne’de mutlaka görülmesi gereken mekânlardan birisi.

Ve Selimiye…
Selimiye, Sinan’ın ustalık eserim dediği bir şaheser… Evet, kelimenin tam anlamıyla bir Şah Eser… Şiir gibi bir cami… Yalnız kubbesiyle, yalnız minareleriyle, yalnız süslemeleriyle değil yer seçimi ile de muhteşem cami..

Arif Nihat Asya Selimiye şiirinde önce Selimiyenin yerini Üç Şerefeli Camii ve Eski Camiye göre tarif eder… Sonra minarelerini ve kubbesini ne güzel tanımlar;
Taşları kararmış bir yol ucunda
Üçşerefeli’nin kapusu gelir.
Şu yana dönersen Eskicami’nin
Kesilmiş, biçilmiş avlusu gelir.
Atınca üç adım daha ileri
Bir serin kubbenin kuytusu gelir;
Dünyanın en güzel minareleri
Ve kubbelerin en ulusu gelir.
Ölmeden okunması gereken kitaplar, ölmeden izlenmesi gereken filmleri ölmeden görülmesi gereken…. gibi listeler yapılması meşhurdur ya; benden ölmeden önce Türkiye’de görülmesi gereken yapıları gösterir bir liste yapmam istense bu listenin başında şüphesiz yalnızca Edirne’nin değil Türkiye’nin en önemli anıtsal eseri olan Selimiye gelir. Selimiye Camii ve Külliyesi, 16. yy.’da Sultan II. Selim adına yaptırılmıştır. Teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle bir mimarlık şaheseri olan Sinan’ın Türk Milletine armağan ettiği abide bir eserdir.

İnce ve zarif dört minareye sahip büyük kubbesiyle görkemli Camii, iç tasarımında kullanılan ve döneminin en iyi örnekleri olan taş, mermer, ahşap, sedef ve özellikle çini motifleri ve ince işçilikleri ile kubbe ve kemerlerindeki kalem işleri, mermer döşemeli avlusu ve yapıyla bağlantılı el yazması kütüphanesi, eğitim kurumları, dış avlusu ve arastası ile mimarinin; estetikle ve Türk kültürü ile harmanlandığı, yüceliğini anlatmaya kelime dağarcığımın kafi gelmeyeceği bir zirvedir…

Sadece mineralleri için bile ciltler dolusu kitap yazılabilir… Ben burada yine kolaya kaçayım, Selimiye’nin minarelerini anlatma işini Evliya Çelebiye bırakayım;
“Bu emsalsiz ve cennet misali mabet öyle bir cennettir ki, dört köşesinde dört tane ibretle seyredilecek minareleri dört büyük rükün gibidir. Mavi renkli kubbe bu minarelerin ta ortasında olup, minarelerin kubbeye olan uzaklıkları hep aynıdır. Hesabı pergelle yapılmış olup, üçer şerefeli uzun minarelerdir. Bu dört minareden iki yan kapının dibindeki iki minare üçer yolludur. Yani aşağıdaki kapıdan üç müezzin girip, her biri birer yolla çıkarak, üç tabakadan birden “Essela” dedikleri halde birbirlerini görmezler. Böyleyken öyle ince minarelerdir ki, her birini ikişer genç adam kucaklayabilir. Ta bu derece incedirler.
Ama kıble duvarı köşelerinde olan minarelerin ikisi sadece birer yolludur. Fakat sanat ve gösterişte tekdirler. Dört minare üçer şerefeden on iki tabak eder. Buda İkinci Selim Han’ın on ikinci Osmanlı padişahı olduğuna işarettir. Her şerefesinin duvarı öyle güzel oyulmuş ki, sanki üstat, makasla Hatay kâğıdını oymuştur.”

UNESCO Dünya Miras Komitesi’nin 2011 yılında yayınladığı bir kararla Dünya Miras Listesi’ne dâhil edilen Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi hakkında çok şeyler anlatılabilir; çinilerinin göz alıcılığından, işlemelerinden, kubbe çapından, ters lale efsanesinden, külliyenin 22 dönüm gibi geniş bir alanı kapsadığından, Mısır’dan, Atina’dan, Kavala’dan getirilen mermerlerinden, şadırvanlarının ihtişamından, külliyedeki medreselerden, bahçesindeki üş anıt ağaçtan, ahşap üstü kalem işlerinden, müezzinler mahfelinin tavanındaki çark-ı felek kalem işinden, şadırvandan zemzem suyu aktığı efsanesinden, Bulgar İşgalinde Camiye isabet eden top izinden, muhteşem mimariye sahip minarelerinden bahsedilebilir… Sayfalar hatta ciltler dolusu olay, tespit, gözlem, efsane anlatılabilir… Ama doğrusu Selimiye hakkındaki yargıyı onu ziyaret edeceklere bırakmak..

Ben Selimiye hakkındaki iki önemli tespiti aktarmakla yetineyim;

Birincisi Avusturya’lı Sanat Tarihçisi Ernst Diez’in tespiti;
“Selimiye; mekân büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan üstündür.
Bu cami Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği 16. yüzyıldaki politik egemenliğini de vurgulayan son sultan yapısıdır.”
İkincisi de Arif Nihat Asya’nın Selimiye’nin ve Selimiye’yi yaratan medeniyetin mirasçılarının hal-i pür melalini anlattığı mısraları.
Seller, zelzeleler ne derse desin;
Sen, yine, o eski Selimiye’sin…
Fakat -tarihime, adıma yazık!-
Ben ne Selim, ne de Sinan’ım artık!
….
Ne bilsin Selim’ler, ne bilsin Sinan,
Ki avlun bu kadar küçülecekti..
Ey ilâhi kubbe: sana avlu, bir
Kıta gerekti!
..

Selimiye Külliyesinin içinde yer alan Selimiye Arastası, Selimiye Camiine ve külliyedeki medreselere gelir sağlamak amacıyla III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Osmanlı döneminde yapılan pek çok yapıda imzası olan Mimar Davut Ağa’dır . 256 m uzunluğunda ve 73 kemerli olan arastada hâlâ çok sayıda mağaza hizmet veriyor…

Edirne’yi gezmeye yazının 3. ve belki de 4. bölümlerinde devam edeceğiz…

Yazının birinci bölümü için TIKLAYINIZ

[i]Selatin Camii: Osmanlı imparatorluğunda Padişahların yaptırdığı camilerdir. Bazıları kavramı daha da genişleterek şehzade ve hanım sultanların yaptırdıkları camilere de “selatin Cami” demektedirler.
[ii] Temelkuran, T., Aktaş, N., (1986), Evliya Çelebi Tam Metin Seyahatname ” Üçdal Neşriyat, İstanbul. 3. Cilt Sayfa 365
[iii] Vakıf binalarının yanında zamanla teşekkül eden küçük mezarlık.
[iv] Musa Kazım Efendi (1858-1920)Son dönem İslam Alimlerinin en önemlilerinden birisidir. Galatasaray Lisesi, Darülfünun ve Darülmullim’de hocalık yaptı. İttihat ve Terakki’nin kurduğu 5 farklı kabinede Şeyhülislam olarak görev yaptı. Talat Paşa hükümetinde bu görevine ilaveten Evkaf Nazırlığını da yürüttü. Onlarca kalıcı esere imza attı.I. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Damad Ferid Paşa hükümeti tarafından İttihat ve Terakkî Cemiyeti liderlerinin tutuklanması üzerine Said Halim Paşa ve diğer arkadaşlarıyla birlikte üyesi olduğu için Bekirağa Bölüğü’nde hapsedildi. Burada oluşturulan Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılanarak 13 Temmuz 1919 tarihinde on beş yıl kürek cezasına çarptırıldı; Vahdeddin cezasını üç yıl sürgüne Mûsâ Kâzım sürgün bulunduğu Edirne’de 10 Ocak 1920 tarihinde vefat etti
[v] Temelkuran, T., Aktaş, N., (1986), Evliya Çelebi Tam Metin Seyahatname ” Üçdal Neşriyat, İstanbul. 3. Cilt Sayfa 362, 363

FAZLI KÖKSAL
İki kentte (Kayseri- Ankara) yoğunlaşan bir hayat; Çoğu görev nedeniyle gidilen 80 il, 6-7 ülke; PTT, Türk Telekom ve Orman Genel Müdürlüğünde çoğunluğu Müfettiş olarak geçen bir kamu görevi sonrası emeklilik. Sürdürdüğümüz mutlu bir evlilik; Mükemmel bir eş; Her zaman gurur duyduğum, Tanrının bana en büyük armağanı iki başarılı evlat; Kaybettikten sonra kıymetlerini daha iyi anladığım ve çok özlediğim süper bir baba ve anne; Ülkemin meseleleri ile yorduğum bir kalp; Zonkluyan bir beyin. Mutluluğu okumak, yazmak ve seyahat etmek olarak algılayan bir hayat tarzı; Simerenya hayaliyle yaşayan yalnız bir adam; 66 yıllık yaşamın kısa hikayesi….